Dağın güneyinde terörist var, terör var, çatışma var, ölen var, öldüren var, millet malına zarar verenler var.
Dağın kuzeyinde sessizlik var, sükûnet var, işine gidip gelmeler, akşamüstü karşılıklı sohbetler, akşam haberlerinde dağın güneyinde olup biten kötü haberleri dinlemeler ve arkasından "Hayye alel felah/Haydin kurtuluşa" sesiyle yatsı namazını kılmak için camiye gidip namazdan sonra evinde çoluk çocuğuyla sohbetten sonra sabah namazına kalkmak için erkenden yatmak var.
Doğudaki illerimizden birine konferans vermek için gittiğimde beni bir ilçeye götürdüler.
İlçenin nüfusu otuz bin dolayında. Köyler hariç.
Otuz bin nüfuslu bu ilçede içki içilmezmiş.
Kumar oynanmazmış.
Hırsızlık olmazmış.
Fuhuş kelimesi bile kullanılmazmış.
Bütün bunlar, Kaymakamlığın emri veya Belediyenin koyduğu kurallarla meydana gelmemiş.
Zaten öyle olsaydı İstanbul basını o Kaymakamı ve Belediye başkanını bize tanıtırdı.
Yıllar önce bu şehirde vaizlik yapan, şimdilerde bir büyük şehirde vaiz olan bir arkadaş ile şehrin Müftüsü bana bu şehri bu hale getiren adamı tanıttılar.
Bu değerli insan bundan otuz beş veya kırk yıl önce bu kasabaya Jandarma eri olarak gelen, adı Süleyman olan ama soyadı bilinmeyen bir hoca, iki senede bu kasabayı bu hale getirmiş.
Terhis olup giderken şehrin ileri gelenlerini öyle bir organize etmiş ki, o düzen hâlâ devam ediyor.
Halkın bazısı o hocayı "Asker hoca" diye hatırlıyor, bazısı "Süleyman hoca" diye hatırlıyor ama kimse soyadını bilmiyor.
Ben soyadını çok sordum. Belki bulurum ve bunu nasıl yaptığını öğrenirim diye.
Ama kimseden doğru bir cevap alamadım.
Yazılarımı takip edenler bilirler, Türkiye'de veya yurt dışında başarılı olan, çağımızda yaşayan insanları ve başarılarını örnek olsun diye naklederim.
Bir hoca, iki yıllık askerlik döneminde o günlerde yirmi bin olan nüfuslu bir şehri nasıl etkilemiş ve etkisini devam ettirecek sistemi nasıl kurmuş.
Bu olay da bu günlerde "Açılım" sözü edenlerin nelere dikkat etmesi gerektiği konusunda örnek olsun.
Bosna'da üç yüz bin Müslüman, batının silah ve siyaset desteğiyle öldürüldüğünde on binlercesinin esir alındığında, Müslümanlar da silahlanınca, Sırplar ölmesin diye Birleşmiş Milletler araya girmişti.
İşte o günlerde Birleşmiş Milletler gözlemcileri dağın kuzeyinde Hıristiyan, Üniversite bitirmiş, İngilizce bilen Sırpların elindeki Müslüman esirlerden ölmeyenler en kötü şartlarda banyosuz, yiyecek ve giyecekten mahrum zincire bağlı tutulurken dağın güneyinde Müslümanların elindeki Sırp esirlerin temiz mekanlarda üç öğün yemek yiyerek ve banyo yaparak tutulduklarını gördüklerinde onlar bu özelliğin Kur'an-ı Kerim'deki "Sevmelerine rağmen, yemeklerini fakire, yetime ve esire yedirirler. "Biz, ancak ALLAH rızası için yediririz, sizden bir karşılık ve teşekkür istemeyiz" (derler) (İnsan suresi ayet 8-9)
Ayetini bilmezler ama dağın kuzeyindeki Hıristiyan ile dağın güneyindeki Müslüman arasındaki farkı görürler.
Burada da dağın güneyinde teröristler dolaşırken dağın kuzeyinde din güvenliği, can güvenliği, mal güvenliği, akıl güvenliği, nesil güvenliğinin sağlandığı görülüyor.
Dağın güneyindeki teröristin evini altından, kapılarını gümüşten, yollarını kırmızı halıdan, üç öğün yemeğini Osmanlı mutfağından temin etsen gönlünü kazanmadıkça başarısızlığınız artar.
Dağın güneyine, dağın kuzeyindeki hoca gibi birileri gönderilip önce onlara adam gibi adam muamelesi yapılmalı.
Hoca, o kasaba halkına karakolun akkol olduğunu göstermiş, onlara çay içirmiş, karakolunu göstererek korkutmamış.
Hatta karakol komutanı da o asker hocanın etkisi altında kalmış ve bu hizmetleri birlikte başarmışlar.
Her din görevlisi bunu bulunduğu köy veya şehirde başarabilir.
Şu anda başarılı olanlar çok sayıda var.
ALLAH onların sayısını artırsın.
"Şehirde olsaydım ben de o hizmeti yapardım" diyerek hizmetten kaçanlar, ilçeye gelince de "Ben ilde olsaydım" demeye başlarlar.
İlde olanlar da "Ben Diyanet İşleri Başkanı olsaydım" diyerek kaçışlarını Çankaya'ya kadar devam ettirirler.
MAHMUT TOPTAŞ