Ancak layıkınca sevilmiş çocuklar bir bıçağın kanatabileceğini, kötü bir sözün can yakabileceğini bilebilir...
Türkiye'nin gençleri hanidir hançeri birbirlerine saplıyor. Erkeklik davası mı bu; hançer saplamak, gençliğin bizim artık âşinası olamadığımız yeni âleminde yetişkinliğe geçişin bir ritüeli mi? Bir hançer saplayarak, bir başkasının canını acıtarak, bir başkasını yok ederek, bir aileyi acılara gömerek var olmak ancak psikopatlığın raconuna uyar. Türkiye'de, izleyebildiğim kadarıyla, gençler arasında psikopatik arsızlık ve acımasızlık tırmanıyor ve erkekliğin kitabı antisosyalliğin, zalimliğin, kan dökücülüğün kitabına uydurularak yeniden yazılıyor. Vahşi hayvanlar gibi, en çok can acıtanın "en erkek" sayıldığı bir cangılda mı yaşayacağız? Bu durumu, basitçe bazı televizyon yapımlarına bağlamak sorunu küçümsemek olur. Türkiye'nin gençleri bir ümitsizlik duygusundan mustarip. Geleceğe baktıklarında bir ışık görmek istiyorlar; bir iş bulabileceklerine, kendi hayatlarını yazabileceklerine, sevip sevilebileceklerine dair bir ümit ışığı. Oysa hayat onlar için her geçen gün daha fazla zorlaşıyor.
Anne babalarının televizyon karşısında uyuklamaktan yeterince sevgi veremediği bir kuşak, bir kanser hücresi gibi hızla ülkeyi istila ediyor. Geçtiği yerlere sevgisizliğin tohumlarını, şefkat görmemişliğin zehirli havasını bırakarak. Zamanımızı, dikkatimizi, varlığımızı onlardan esirgediğimiz için, şimdi onlar büyük bir boşlukta asılı kalmış durumdalar. Bağlanabilecekleri bir değer, uğruna ölecekleri bir dava, yüreklerini tutuşturan bir ülkü, hayatlarını gülistana çevirecek bir anlam sunamadığımız ve kendimiz gibi onları da televizyon ekranı karşısında yalnız bıraktığımız için. Video oyunları akıl almaz bir şiddete gömülü, televizyon yapımlarında sinek gibi insan öldürülüyor, dışarıdaki dünyada gün geçmiyor ki bir vahşet haberi ulaşmasın. Ümitsiz bir dünyada hak aramanın yegâne yönteminin şiddet olduğunu düşünerek yetişen bir kuşak karşısındayız. Onları hayata bağlayacak, bir yön ve anlam duygusu verebilecek bir şey, karşılıklı yapacağımız konuşmayı zenginleştirmek, onlarla hikâyeleri ve hayalleri paylaşmak olabilir.
Çocuklarımıza hikâye anlatmalı, onları hikâyelerle emzirmeliyiz. Anlattığımız hikâyeler onları anonim bir dünyada yurtsuz kalmaktan kurtaracaktır. Onlara bir aidiyet hissi verecek, başları sıkıştığında, uzaklarda üşüdüklerinde, bu hikâyelere iltica edebileceklerdir. Bir hikâyeyi paylaşmak aynı hayallerle ısınmaktır, birlikte düş görme temrinleri yapmaktır. Sayısız araştırma ekranlarda görülen şiddetle gerçek hayatta şiddete yönelme arasında bir bağ kuruyor. Yaşadığımız zaman diliminde çocuklarımıza yapabileceğimiz iyiliklerden biri de onları televizyon veya bilgisayarın değil, gerçek hayatın sesiyle buluşturmaktır. Onlarla hayatı gezebilir, insanları ve sokakları tanıyabilirsiniz. Biraz tuhaf görünmek pahasına da olsa bunu öneriyorum; onlarla akıl hastanelerini, huzurevlerini, yetiştirme yurtlarını, mülksüzlerin yaşadığı sokakları, camileri, havraları ve kiliseleri geziniz. Çarşıları, pazarları, aktarları onlarla dolaşınız. Gerçek hayatın nasıl bir şey olduğunu ve ıstırabın gerçek bir insana değdiğinde ne yapabileceğini onlara gösteriniz. Gerçek hayatın nerelerde soluk alıp verdiğini, insanların nelere gülüp nelere üzüldüğünü, gerçek hayatın seslerinin neye benzediğini onlara öğretiniz.
Her insan kendisine bir yurt arar. İnsan daima sıla özlemi içindedir, sevgiyi ve şefkati arar. Dâüssıla, memleket özlemi, kana kana içtiğimiz bir sevgi ve merhamet arayışından başka nedir ki? Çevremizde arsızca yükseldiğini gördüğümüz kural tanımazlık ve zalimlik, ancak şefkatin duvarlarına çarpmakla durdurulabilir. Şefkat evlerimizde, işlerimizde, ilişkilerimizde hükümfermâ olduğunda, en başta çocuklarımızı layık oldukları gibi sevebilmeyi öğrendiğimizde, onlara "Yıkılma sakın!" diyebiliriz. Ancak layıkınca sevilmiş çocuklar bir bıçağın kanatabileceğini, kötü bir sözün can yakabileceğini bilebilir. Kâinatı, yurdunu, insanlarını sevebilen anne babalar; çocuklarını hayatın seslerine açabilen anne babalar başkasını incitmenin bir insan için ne büyük bir zillet olduğunu anlatabilir. İşte o zaman hepimiz Ataol Behramoğlu'nun şiirini hep bir ağızdan haykırabiliriz : "Yıkılma sakın geçerken günler / Yaralayarak gençliğini / Onurlu, güzel geleceklerin / Biziz habercileri düşün ki / Ve halkın bağrında bir inci gibi / Büyüyüp gelişmektedir zafer."
Kemal Sayar