Sevgi Bir İddiadır,İspatı Sünnete Sarılmaktır...
Bütün âlemler, kendileri için ‘Rahmet’ olarak gönderilen Yüce Peygamber Aleyhisselatu Vesselam’ın mübarek veladetinin yıldönümüne büyük bir aşk ve heyecan içinde hazırlanmaktadır. Eğer kulaklar duyabilse, gözler görebilse, gönüller hissedebilse, kalpler algılayabilseydi; görünen ve görünmeyen âlemlerin canlı ve cansız varlıklarının bir düğün telaşı içinde, bir bayram coşkusuyla o mübarek gün için sevinç ve neşe içinde merasim yaptıklarına şahid olunabilirdi belki. Gözlerimizin önündeki perdeler kaldırılsaydı ve kulaklarımızın işitme algısı değişseydi eğer, belki her varlığın kendi lisanıyla ‘Rahmeten li’l–Âlemin’ olan Peygamberi gönderdiği için Rablerine hamd ettiğini duyar ve bunun için kendilerine öğretildiği şekilde secde ettiklerini görebilirdik.
Bir Kutlu Doğum yıldönümüne daha ulaştırdığı için Rabbimize hamd olsun. Rabbimize hamd olsun diyoruz, çünkü Habibullah Aleyhisselatu Vesselam’ın mübarek veladetiyle sevinmek, Ona (s.a.v) olan sevgimizi ve bağlılığımızı göstermek, Ona (s.a.v) ve âline salâvatlar getirmek, bu mübarek günler vesilesiyle etkinlikler düzenlemek, hayırda bulunmak, yetimleri sevindirmek, muhtaçlara yardım eli uzatmak ve diğer hayır–hasenatın hepsi, uhrevi mükâfatlar ve dünyevi mutluluklara ulaşma yolunda rahmetin ta kendisidir bizim için…
Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’ın âlemlere rahmet oluşu, sadece Onun (s.a.v) 63 yıllık mübarek ömrüne has, bir dönemle sınırlı, bir asra sıkıştırılmış bir rahmet değil; bilakis kıyamete kadar, hatta insanların tekrar diriltileceği güne, cennetlik ve cehennemlik olanlar birbirlerinden tamamen ayrılıncaya kadar ve ötesindeki sonsuz hayatta da devam eden bir rahmettir çünkü... Bu nedenle senede bir gün de olsa, yoğun bir şekilde Onunla (s.a.v) hemhal olmak, Onu (s.a.v) yaşamak, Onu (s.a.v) konuşmak, Onu (s.a.v) teneffüs etmek, Onu (s.a.v) hissetmek ve insanlara Onu (s.a.v) tanıtmak, amel bakımından bize büyük hayırlar kazandırmakta ve en küçük bir sevaba ihtiyacımız olduğu Diriliş Günü’nde Onun (s.a.v) şefaatine nail olma ümidi vermektedir bizlere… İşte bütün bunlardan dolayı, Onun (s.a.v) âlemlere rahmet oluş vasfı devam etmekte ve bu rahmetin bizi her an kuşattığını hissetmekteyiz.
İşin bir diğer boyutuna baktığımızda ise, Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’ı senede bir günle veya yılda bir hafta ile yaşamanın, konuşmanın, teneffüs etmenin yeterli olmayacağını hepimiz biliyoruz.
Evet, Kutlu Doğum kutlamaları yaptığımız günlerde, Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’ı dağarcığımızdaki en güzel kelimeleri kullanarak inşa ettiğimiz şiirlerle sevdiğimizi dile getireceğiz. En güzel na’tlarla Onu (s.a.v) övecek, Onun (s.a.v) vasıflarını övgü dolu sözlerle methedeceğiz. En duygusal ve en edebi yazı ve nesirlerle Ona (s.a.v) olan sevgimizin sonsuzluğunu, bağlılığımızın sınırsızlığını izaha çalışacağız. Duygularımız galeyana gelecek, gözlerimiz yaşlara boğulacak, kalplerimiz incelecek Onun (s.a.v) ismi anıldığında ya da hayatından kesitler anlatıldığında…
Doğrusu budur ve böyle olması gerektiği muhakkaktır. Çünkü O, hayatımızın tam orta yerinde durması gerekendir ve hayatımızın her anı, yaptığımız her şey, tavırlarımız, davranışlarımız, ibadetlerimiz, İslamî ahlak ve kişiliğimiz, aile yaşantımız, hâsılı her şeyimiz Onun (s.a.v) merkezdeki konumuna göre belirlenmelidir.
Ama bunun böyle olmadığını, çoğumuzun Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’ı kendisine mihver edinemediğini, hayat yolculuğumuzda Onun (s.a.v) sünnetini kendimize şemsiye yapmadığımızı veya yapamadığımızı üzülerek kabul etmek zorundayız. Bu nedenle Kutlu Doğum günlerini, Onun (s.a.v) hayatımızdaki merkez olma konumunu sürdürüp sürdürmediğimize dair bir durum tespiti ve tahlili yapmak için bir fırsat olarak görmeliyiz. Ona (s.a.v) olan sevgi ve bağlılığımızı, Onu (s.a.v) takip edip etmediğimizi, emanetlerine ne kadar sahip çıktığımızı, Onu (s.a.v) ne kadar dinleyip nasihatlerine uyduğumuzu test edip sınamamız gereken günler olmalıdır, bu mübarek günler… Hayatımızda terk ettiğimiz sünnetleri hatırlayıp yeniden ihya etmek için bu günden daha güzel bir gün olamaz, biz Müslümanlar için…
Örneğin; Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’ı sevdiğimizi söylüyoruz canımızdan, malımızdan, evladı ıyalımızdan, ana–babamızdan daha çok… Bu büyük sevgimizin hayatımızdaki tezahürleri, bunun ispatı olabiliyor mu acaba, hiç düşündük mü?
Sevgi, bir iddiadır ve her iddia gibi bu da ispata muhtaçtır. Mesela sabah kalkışımızdan, tekrar yatağımıza uzanıp uykuya dalıncaya kadar Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’a günlük hayatımızda ne kadar yer verdiğimizi tefekkür edelim. O büyük sevgimizle orantılı bir manzara çıkar mı acaba karşımıza?..
Geçim ve iaşe peşinde koşturduğumuz, günlük meşgalelerle zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız ve yorgun bir şekilde yatağımıza uzandığımızda, Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’dan ne kadar uzak yaşadığımızı idrak edip hayatımızda bir şeylerin eksikliğini hissedebilecek miyiz acaba? Ve bu eksikliğin hem dünyamızı hem de ahiretimizi etkileyecek kadar büyük bir şey olduğunu anlayıp süratle Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’a dönüş yapmamız gerektiğini anlar mıyız, o kısa tefekkür anında…
Farzımuhal o büyük sevgimizi, sahabe içinden herhangi birisinin sevgisiyle kıyas ettiğimizde, iddiamızı ispatlayacak delillerden yoksun olduğumuzu kabul eder miyiz ve bu kabulümüz, bizi vicdanen rahatsız edip kalbimizi teessür içinde yakar mı gerçekten?
“Kanım, ruhum, malım, canım, anam–babam sana feda olsun” diyoruz en gür sesimiz ve en samimi duygularımızla… Peki, ‘feda olsun’ dediğimiz şeylerin feda edilmesi istendiğinde, gereken fedakârlığı ve teslimiyeti kalp huzuru içinde gösterebileceğimizi iddia edebilir ve bu iddiamızı da ispatlayabileceğimizi gösterebilir miyiz zamanı geldiğinde?
Örneğin Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam için hiç düşünmeden feda edeceğimizi söylediğimiz malımızın tamamını değil, sadece cüzi bir kısmını fakirlere, yoksullara, dul ve yetimlere, muhtaçlara ayırabildiğimizi söyleyebiliyor muyuz gönül rahatlığı içinde? Ya da bu ayırdığımızı sağ elimiz verirken, sol elimiz görmeyecek kadar mütevazı, insanları rencide etmeyecek ve başa kakmayacak şekilde elimizden çıkarabiliyor muyuz, sünnetin bize öğrettiği şekilde?
Komşumuzun halinden haberdar mıyız ve kendimiz sırtı pek, geçimimiz yerinde, karnımız tok bir şekilde sıcacık yatağımızda yatarken; hemen yanı başımızdaki, karşımızdaki, alt veya üstümüzdeki komşumuzun aç mı, tok mu; giyecek elbisesi var mı, yok mu; hasta mı, sağlıklı mı; kocası var mı, yoksa dul mu; evde yaşayan çocukların babaları var mı, yoksa yetim mi; evi sıcak mı, soğuk mu; genç mi, yaşlı mı, kendisine yetebiliyor mu, yoksa bakıma muhtaç mı olduğundan ne kadar haberdarız acaba? Oysa Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam; “Cebrail bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim" demiştir.
Farz edelim ki, Resulullah Aleyhisselatu Vesselam şu an aramızda yaşasaydı ve Tebük gibi bir sefer için Müslümanların yardım etmesini isteseydi, kaçımız Hz. Ebubekir Radıyallahu anh gibi malımızın hepsini ortaya koyup “Aileme ALLAH ve Resulünü bıraktım” diyebilirdik? Ya da içimizden birileri Hz. Ömer Radıyallahu anh gibi malının yarısını ortaya bırakır mıydı hiç düşünmeden, içlerinde hiç sıkıntı duymadan, gözleri ortaya bıraktıkları malın ardından bakakalmadan?
Çok gerilere gitmeye gerek yok aslında… Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’ın şahs–ı manevisi hükmünde olan bir yapı içinde yapacağımız her türlü hizmet ve fedakârlık, Ona (s.a.v) olan sevgi ve bağlılığımızın ölçüsünü de ortaya koymada bir mihenk taşıdır bir bakıma… Bu bakımdan içinde bulunduğumuz yapı içindeki fedakârlığımızı, hizmetlerimizi, itaatimizi, koşturmamızı, verilen görevleri hakkıyla yerine getirişimizi, infak, bağış ve sadakalarımızı vs. gözden geçirdiğimizde, Resulullah Aleyhisselatu Vesselam için söylediğimiz sevgi ve bağlılık cümlelerinin ne kadar doğru olduğunu anlayabiliriz… Çünkü Rabbimiz; “Ey iman edenler, ALLAH'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de…” diye buyurarak emir sahiplerine olan itaati, ALLAH’a ve Resulü’ne olması gereken itaat ile birlikte zikretmiştir.
Evet; sevmek, sevdiği gibi olmaktır. Sevmek, sevdiğinin hatırını bütün hatırlardan üstün tutmaktır. Sevmek, sevdiğinin gösterdiği yola tereddütsüz bir şekilde girmektir. Sevmek; bağlılıktır, fedakârlıktır, sevdiğinde yok olmaktır. Kısacası Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu Vesselam’ı sevmek; Onun (s.a.v) üzerine şiirler yazmak, kasideler söylemek, edebi yazılar yazmak değildir sadece… Onu (s.a.v) sevmek, Onun (s.a.v) yolundan yürümektir. Onun (s.a.v) ayak izlerini takip ederek hayatına çeki düzen vermektir. Onu (s.a.v) sevmek, Onun (s.a.v) ahlakıyla ahlaklanmaktır. Kısacası Onu (s.a.v) sevmek, mübarek sünnet–i seniyesine uymaktır.
O halde komşularımızla münasebetlerimizi, akrabalarımıza gösterdiğimiz sıla–i rahmi, çocuk ve eşlerimize davranışlarımızı, arkadaşlarımız ve Müslüman kardeşlerimizle diyaloglarımızı, kısacası geçmiş ve şimdiki hayatımızı Resulullah Aleyhisselatu Vesselam’ın hayatıyla kıyaslayıp gelecekte nasıl olması gerektiği konusunda dersler çıkarılması için bir fırsat olmalıdır Mevlid Kandilleri… Eğer olmazsa, göstereceğimiz sevginin, bağlılık yeminlerinin, sevda şiirlerinin, doğumundan dolayı yaşadığımızı söylediğimiz mutluluk ve sevincin sözlerden öteye bir manası kalmayacaktır. Söyleyeceğimiz sözler, dilimizden dökülüp duvarlara çarpıp dönen, ama kalplerimize inip tesir etmeyen süslü kelimeler olarak kalmaktan öteye bir anlam taşımayacaktır ne yazık ki…
Hayatımızı Sünnet–i Seniyye ile yeniden ihya etme dua, dilek ve temennisiyle…
Selam Sevgi ve Dua ile...