Dostluğun kayıp zamanlarına hicret…
Edebiyat - Sahrada Esinti
Dostluk, sahtelerin yakınına yaklaşamayacağı kadar temiz ve sâfidir… Tıpkı bir su gibi berrak ve tertemiz… Gönlünden geçeni yüzünden okuyabilirmişçesine, bir çiçeğin güneşe durması kadar apaydındır… Bir anda emeklerin boy vermesi, fidan vermesi, meyve vermesi kadar şevinçtir yüreklerde… Hep vermek ama hiç almamaktır… Almayı murâd etmeden, vermenin tarifsiz hazzını yaşarmışçasına bir isârdır… Kardeştir, kardeşten de ötedir… Dost dost olabildiğince dost, yakın hissedebildiğince yakındır…
Günümüz coğrafyasından hicret etmiş lâkin… Hep almadan vermelerin bıkkınlıklarından yüklü bir kervanla yola çıkan sitem yüklü bulutların kanadına takılıvermiştir artık…
Bir mağarada, dostunu kendine tercih eden, o söylerse, doğrudur, onun emaneti emanetimdir diyen dillerin saadet zamanlarından kalma nidâları ne kadar da çabuk nisyânâ garkoldu gitti..
Şimdi kayıp zamanların, arayan yolcuları gibiyiz.. Kaybolduğumuz zaman dilimlerinde, yalanla doğru aynı pazarda satılırken, sıdkın sadakat olduğu, hakiki dostun bulunamadığından dem vurmak boşuna değil elbet…
Hakiki kul olabilmek yolundan geçiyor belki bu zorlu sınav… Güzel ahlâkı kendine rehber edinen hangi gönülde yaşanmaz ki bu dünya ziyneti güzellikler…
Hatırlar, bilirsiniz, lakin yine bir tefekkür dünyasına demlenme ihtiyacına binaen, bir güzîde kıssayı dile getirelim…
Şiblî, hâdiselere hikmetle bakan bir ibret ehliydi de. Vermek istediği bir fikri, bazen hikmetli bir vak'ayla nazarlara takdim eder; düşünmeyi te'mine gayret gösterirdi. Bir gün dostlarına sordu:
"Beni ciddi olarak seviyor musunuz?"
Hep birlikte cevap verdiler:
"Efendimiz, bunu sormak bile bize ağır geliyor. Şüpheniz mi var sarsılmayan sevgimizden?"
Bu defa eline geçirdiği odun parçalarını dostlarına doğru fırlatan Şibli, dostlarının "bu adam aklını oynattı galiba" diyerek birer ikişer uzaklaştıklarını gördü.
Tekrar sordu: "Ey benim sarsılmayan dostlarım, nereye gidiyorsunuz böyle birer, ikişer?"
Dediler ki: "Nereye olacak, evlerimize!" "Hani beni seviyordunuz. Niye terk ediyorsunuz?"
"Efendimiz, siz bize fırlattığınız odunlarla başımızı, gözümüzü yaralayıp bize sıkıntı verdiniz. Bu durumda artık yanınızda duracak hâlimiz kalmadı."
Şibli, mütebbessim, "Geliniz, geliniz. Ey benim sahte dostlarım!" dedi ve ilâve etti:
"Dostluğun şanı odur ki, dostundan zarar da gelse sineye çekecek, acı da gelse rıza gösterip terk etmeyecek. Siz benim hakiki dostum olsaydınız, bende rahatsız edici bir tavır görülünce sabreder, ıslahıma çalışırdınız, terk etmeyi tercih etmezdiniz..."
Böylece bir imtihanı kaybeden dostları, yine çevresini aldılar. Vaaz ve nasihatlerinden istifadeye başladılar. Dostluğun şartını da böyle fiili bir örnekle, unutulmayacak şekilde öğrenmiş oldular.
Reşhâ Sahradaesinti